‘İnsanları
güldürmek başarılabilecek en yüksek noktalardan biri. Onları güldürüp
ağlatabiliyorsanız işte bu olabilecek başarıların en yükseği. Bunu mu
amaçlıyorum bilemiyorum ama sanırım bunu en yüksek hedef olarak kabul ediyorum.
ELLIOT ERWITT
Gerçek adıyla Eli
Romano Ervitz olarak 1928’de Paris’te Rus göçmeni bir ailenin çocukları olarak
dünyaya gelir. Babasının Roma üniversitesini kazanması sonucu İtalya’ya göç
ederler, ilk on yılı İtalya’da geçer. Zaten ikinci adının Romano olmasının
sebebi de budur. Babası oğluna isim olarak koyacak kadar sevinmiştir Roma
üniversitesine kabul edildiğine. Erwitt,‘Teşekkürler Benito Mussolini,
sayende Amerikan oldum’ der. Çünkü 1938’de İtalya’da faşizm başlayınca
aile 1941’de Amerika’ya Los Angeles’a taşınmak zorunda kalır.
Elliot Erwitt’in utangaçlığı
fotoğrafçı olmasına fayda sağlamış, lisede fotoğrafçılığın onu ait olmadığı
yerlere sokabilme yetisini keşfetmiş. (O zamanlarda okul baloları mesela,
şimdiyse beyaz saray veya Kremlin’in arka odaları). Onbeşinde, film
yıldızlarının fotoğraflarını basan bir yerde bir karanlık oda işi bulduktan
sonra Rolleiflex almış kendine.
Henri Cartier Bresson’un tren deposunu gösteren bir
fotoğrafı, onu teknik konulardaki kitapları okumaya başlamasına teşvik
etmiş. ‘Daha önce hiçbir fotoğraftan etkilenmediğim kadar
etkilendim fotoğraftan, tekniğinden, kompozisyonundan, havasından,
gelişigüzelliğnden. O fotoğrafı çekmek için ne modele, ne de birşeyler kurmaya
gerek yok, sadece böyle şeylere dikkat etme kabiliyeti gerekli o kadar.’ Bu
fotoğraf büyük bir esin kaynağı olmuş onun için. Aynı şekilde Atget’ın
laternacı ve şarkıcı fotoğrafı da onu çok etkilemiş. Bu iki fotoğraf,
dönüşü olmayan bu yola sokmuş onu.
1950’lerin başında, New York’a
gitmiş. Burada Steichen çok yardımcı olmuş ve ilk reklam işini ayarlamış. O
yıllarda, birkaç fotoğrafçıyla küçük bir ajans açtığını duyduğu Robert Capa ile
tanışmış. Paristeyken ona dergileri için yaptığı birkaç işi göstermiş. 1953 te
askerlik bittikten sonra Magnum’un ne kadar prestijli bir hale geldiğini
duymuş, ordudan eve dönüp üniformasını çıkardıktan sonra, Magnum’la sözleşme
imzalaması 20dk’yı bulmamış. Prestijli ajansın en önemli fotoğrafçılarından
biri olduğu gibi ilaveten 1968’den sonra 3 dönem boyunca başkanlığını da
yürütmüş.
"Benim için
iyi fotoğraf, insanların güzel duygular hissetmesini sağlayan fotoğraftır."
ELLIOT ERWITT
İlk tanınması ordudayken olmuş. Kıyafetlerinin cebinde her
zaman leicasını taşırmış. Aylak aylak gezinirlerken etrafındaki askerlerin
fotoğraflarını çekmiş hep. Life dergisi bu fotoğraflarla ilgilenmiş, ve
fotoğraflarını ‘Bed and Boredom’ isimli askeri hayat hakkında küçük bir hikaye
olarak yayınlamışlar. Fotoğraflarda yataklarında yatan, sıkılan, bir nevi
hayatla dalga geçen askerler varmış, kazandığı para 1500 dolar olmuş, ve o
zamana göre müthiş bir paraymış. Bu parayla küçük bir araba alıp adını
‘Teşekkürler , Henry’ koymuş, yayıncısı Henry Luce için. Kumandanları ona
teşekkür mektubu gönderince çavuşları ona hep saygı dolu davranmış sonrasında.
Bir fotoğraf insanın hayatını nasıl da değiştiriyor diye düşünmeye başlamış.
Kadın ve Erkek Arasında koleksiyonundaki
fotoğraflarına gelince. Bir Japon dergisi için yaptığı ,Çiftleri Yansıtan Fotoğraflar
konulu çalışma sonucu ortaya çıkmış. Anlattığına bakılırsa kadın ve erkek
arasındaki gizemi çözmek şöyle dursun, yanına bile yaklaşamamış ama aldığı
keyif de su götürmez bir gerçekmiş. Aslında bu çalışmanın biraz da kendi yaşam
deneyimlerinden hareketle, karamsar, nefret uyandıran ve olumsuz olacağı
öngörüsündeymiş. Ama sonuçta ortaya çıkan ürünlerin pozitifliği karşısında yine
şaşırmış; Bence çok sevimli, inceden inceye gülünç, üstüne üstlük umut verici
fotoğraflardı diye bahsediyor onlardan.
Hem gerçek ve hayal gücü, hem muziplik ve incelik var
fotoğraflarında. Hepsi birarada. Hayvanları, özellikle köpekleri sevdiği de pek
açık.
TRENT PARKE
Trent Parke
fotoğraçılığa siyah-beyazla başlamış, içinde World Press Photo’nun da dahil olduğu
bir çok uluslararası ödülü siyah-beyaz serileriyle kazanmış Magnum üyesi bir
fotoğrafçı. Son 3-4 yıldır renkli fotoğraf projeleri üzerinde çalışmakta.
Yaptığı ışık/gölge çeşitlemeleri, fotoğraflarındaki imgelere yaklaşımındaki
mesafe, şehir hayatını yansıtmasındaki ustalığı onu çağdaşı olan diğer renkli
fotoğrafçılardan ayıran sadece bir kaç örnektir. Trent Parke’nin siyah beyaz
fotoğraflarında fazla alışık olmadığımız bir kontrastın tadını buluruz. Bu
kontrast belki de Parke’nin fotoğraflarında konu ettiği şehir hayatında
yaşanılan zıtlıkların birer izdüşümüdür. Renkli fotoğraflarında ise bir önceki
kuşak renkli fotoğraf ustalarından David Alan Harvey’in, Harry Grauyert’in o
eşsiz renk lekelerinin izini süreriz. Kimi zaman bir trafik levhası, kimi zaman
da bir otobüs durağındaki herhangi bir reklam panosu, herkesin yanından geçip
gittiği birer ayrıntıyken söz konusu ayrıntılar Trent Parke’nin gözünden bizim
önümüze birer şehir imgesi/lekesi olarak gelir.
“Fotoğrafçılıkta
gazeteciliği ayıran kalın bir çizgi yok. Yine de hayatta kitlelerden ayrılan
bazı gerçek anlar var – Sydney’deki yaşama dair. Bazıları bunun çok farklı
olduğunu söylüyor, Sydney in belgelendiği geleneksel tarza göre gerçekçi
olmadığını. Bana göre ise her gün kapıdan çıktığımki kadar gerçek. Sadece,
herkesin birbir ve ayrı ayrı normal hakkındaki algısıdır gerçek.”
Trent Parke
Fotoğrafın kısa
öyküsünün önemli bir kilometre taşı, fotoğrafçının yaşadığı kenti çekmeye
başlamasıdır. İlk olarak yaşadığı ...Paris’i adım adım
dolaşıp her bir köşesini fotoğraflayarak belgelemeye başlayan Eugene Atget’yle
başladığı kabul edilen sokak fotoğrafçılığı, içinde Cartier-Bresson’un,
Meyerowitz’in, Kertesz’in, Peter Marlow’un bulunduğu hatırı sayılır bir
fotoğrafçı grubunun kamerasından belleğimize izler bırakmıştır. Yaşanılan kenti
fotoğraflamak, her gün yanından geçtiğimiz imgelerin, insanların birer
suretlerini duyarlı yüzeye aktarmak sanırım bundan sonra da elinde kamerasıyla
bir çok fotoğrafçının yapacağı bir olgu olarak devam edecek. Trent Parke de bu geleneği sürdüren
fotoğrafçılardan birisidir.
Alışıldık görme ve algılama
biçimlerinin çok uzağında bir isim Trent Parke. 1998 yılında Sydney’de yağmur
altında bir yaya geçidi, Parke için bambaşka bir biçime, bir müzik parçasına,
bir film sahnesine, sözsüz bir şiire dönüşüyor.
Parke’nin fotoğrafları
tek başına birşey söylemez bizlere. Hatta kimi zaman sıkıcı da gelebilir. Alalede
çekilmiş gibi duran bu fotoğraflara aslında bir seri olarak baktığımızda
Parke’nin yaşadığı deneyimlerden bir çok ipucu buluruz. Siyah-beyaz bir seri olan ve Avustralya’ya
geldikten sonra çektiği Dream/Life isimli seride küçük bir kasabadan devasa metropole
gelen bir gencin yaşadığı şakınlık, çektiği insanların kentle kurduğu ilişkiler
gözümüzün önüne gelir. Parke bu hayatın bir tanığı olarak gördüklerini bize
usta bir hikayeci titizliğinde anlatır.
Aynı Parke bu
ustalığını 2006 yılında sergilediği Coming Soon’la da gösterir ve bu onun ilk
renkli çalışması olur. Parke bu serisinde Avustralya’daki şehir hayatını konu
eder. Sergisiyle ilgili açıklamasında ”burada herşeyin büyük olduğunu,
caddelerin, binaların, ışıkların, köylerin, herşeyin büyük olduğunu, her şehrin
kendine ait tekil birer karakterinin olduğunu” söyler ve objektifini bu
karakterlere çevirir. Serideki karelerde birbirleriyle sonu gelmez bir ilişki
içinde olan şehrin ve şehir insanının bu ilişkinin tablelalara, caddelere,
otobüs duraklarına yansıyan izlerini görürüz. Parke izleyiciye fazla ipucu
vermeyen ama her fotoğrafçının mottosu olan “ben oradaydım” felsefesini
izleyicinin zihnine kazıyan karelerini günden güne artan bir ustalıkla çekmeye
devam ediyor. Her karesinde fotoğrafa bakana bir punctum vermeyi ihmal etmeden
çektikleriyle bizleri yaşadığı şehrin içine almayı, her fotoğrafçıya nasip
olmayan kendine has bir belgesel fotoğraf tarzı yaratmayı sürdürüyor.
0 yorum:
Yorum Gönder